Dünyayı kurtaran adamlar - Bölüm II : "Sonun Başlangıcı"

Daha önce paylaştığım Çernobil, Dünya' yı kurtaran adamlar öykü dizisine kaldığımız yerden dizinin ikinci bölümü devam ediyoruz.

Eğer henüz serinin ilk bölümü olan  Dünyayı kurtaran adamlar - Bölüm I : "Huzur" u okumadıysanız buradan ilgili yazıya ulaşabilirsiniz. Bölüm I' de Çernobil Patlamasından bir gün öncesi konu ediliyor.



Dünyayı kurtaran adamlar
Bölüm-II : " Sonun Başlangıcı "

"Bir insanın ölümü trajedidir. Bir milyon kişinin ölümü ise sadece istatistik.." Joseph Stalin

Böyle demişti zamanında ünlü Sovyet Diktatör.. Ne acı tesadüftür -ki Stalin'in memleketi Sovyetler Birliği' nde yıllar sonra bir felâkette sayısız insan hayatını kaybetti. Hâlâ ölümler ve etkilenenlerin sayısını istatistik olarak dahi tutabilecek sağlıklı verilere ulaşılamıyor.. Resmi yetkililerin felaketi azımsayan verilerine nazaran tahminlere göre Çernobil Faciası' ndan sonra bir milyona yakın kişi hayatını kaybetti ve bu felaket, uzun vaadede beş milyondan fazla insanı ölümcül derecede etkiledi. Bugün dâhi daha fazla sayıda insanı etkilemeye devam ediyor.

Kurbanların anısına dikilen bir anıt


Her insan bir dünyadır ve milyonlarca dünyanın kıyamet günü yaşaması istatistikten de, rakamlardan da ötesidir.. Her biri ana, baba, oğul, kardeş, sevgili, eş ve dost idiler..


"..O gün gökler büyük bir gürültüyle ortadan kalkacak, maddesel öğeler yanarak yok olacak, yer ve yeryüzünde yapılmış olan her şey yanıp bitecek." (2.Petrus 3:10 - İncil)

Kurbanların anısına dikilen kubbe (The Monument Temple)

Kiev Pechersk Lavra Manastırı, 26 Nisan 1986 Saat 21.00


Yağmurlu bir gecede şehrin göbeğinde bulunan asırlık manastırın altın kubbesi, Kiev şehrinin ışıklarıyla aydınlanıyor. Altın kubbesine vuran ışıklar yansıyarak Dnieper Nehri üzerine yıldızlar misali saçılıyor.. Kafası, göğe doğru dua edercesine ellerini açmış ve üzerine yağan nuru selamlayan bir melek gibi   ıslanıyor Berestov Dağı tepesinde. Avuçlarına dolan yağmuru Kiev şehri ile paylaşıyor.   

Manastır, on birinci yüz yılda Yunanlı bir keşiş tarafından Berestov Dağı' nda Dnieper Nehri' ni gören bir mağara üzerine inşa edilmişti. Adını da mağara anlamına gelmekte olan peçhera (pechersk)' dan alır. Çok sonraları manastır Doğu Ortodoks Kilisesi tarafından yüksek derecede kutsallık makamı ile taçlandırılarak bunu betimleyen "Lavra" sıfatını kazanmıştır.  Kurulduğu günden beri sayısız savaş, felaket, devlet gören kilise ne olursa olsun her zaman bu toprakların en güçlüsü ve tek hakimi benim dercesine ihtişamından taviz vermemiştir. Yüz yıllar sonra bu manastır günümüzde Kiev şehrinin göbeğinde yükselmektedir. Bu konumu manastırı Kiev' in koruyucu sembollerinden bir tanesi haline getirmiştir. 




Kiev Pechersk Lavra Manastırı

Manastırın ikinci katının koridor penceresi hemşire Darya tarafından kapatılıyor. Darya, pencereyi kapatırken "bu yağmurda kim açık bırakır bu pencereyi" diye de söyleniyor. Kapatılan pencerenin bulunduğu koridor loş ışıklar ile aydınlatılmakta. Biraz evvel içeri giren soğuk bir hava akımı, koridorun eski ahşap parkelerini ve taş duvarlarında bulunan asırlık ikonaları okşayarak adım adım ilerliyor. Ve koridorda bulunan oda kapılarının bir tanesinin altından  içeri doğru giriyor..

Manastırın eski rahiplerinden Vasily Iskra, bir süredir özlemle Kutsal Bakire' nin artık gelerek saçlarını okşamasını beklemekte. Bu özlem onun son yıllarda dualarının da kaynağı haline gelmiş vaziyette. Uzun süredir mücadele verdiği şeker hastalığı yüzünden yaşlı bedeni artık tamamen yorgun düşmüş ve yatağa hapsolmuş durumda. O gece hemşireler tarafından rutin gecelik bakımı yapılan yaşlı adam,  yatağında bir yandan dua ediyor bir yandan da görebildiği kadar penceresinden dışarıda yağmakta olan yağmuru seyrediyor.  Yaşlı rahip bugün bir şeylerin tuhaf gittiği hissiyatında. Birkaç saat evvel yatağından bir kabus ile uyanmış, baş ucunda bulunan İncil' e uzanarak rastgele bir sayfa açmıştı. Bütün hayatını uğruna adadığı bu kitaptan başka kötü an dostu ve rehberi başka ne olabilirdi -ki.. Tüm bedensel ızdıraplarına ve yorgunluğuna karşın uyanır uyanmaz keskin bir hamle ile kavramıştı başucundaki kitabı. Elleri titreyerek açtığı sayfada yazılanlar ise onun bu kötü hissiyatını daha da körüklemişti;  "..O gün gökler büyük bir gürültüyle ortadan kalkacak, maddesel öğeler yanarak yok olacak, yer ve yeryüzünde yapılmış olan her şey yanıp bitecek." Bu sebepten dolayı o an yağmuru izlerken  "Gökteki Azizler göz yaşı döküyor, kötü bir şeyler olacak.." diye içleniyordu.. 

Biraz zaman geçtikten sonra artık boş gözlerle yağmuru izliyordu, dua etmeyi de bırakmıştı. Sanki açık gözlerle uykuya daldı; ne bir düşünce ne bir hareket.. Birkaç dakika sonra sonunda o hep beklediği dokunuşu hissetmeye başladı. Bir el usulca saçlarını okşuyor, yavaşça tüm bedensel ızdırapları hafifliyordu. Öylesi bir rahatlık teslim almıştı -ki bedenini semada uçmakta olan bir meleğin kanatlarından kopup sonsuzluğa doğru yavaş yavaş süzülen bir tüy parçası gibi hissetmeye başladı.. İçinden hafif bir tebessüm ile "Anne.." diye mırıldandı.. Sonsuzluğa doğru süzülürken aklından yaşadıkları ve tanıdığı insanlar geçiyordu. Bir isimde duraksadı; " Taras.."

Taras Iskra, rahip Vasily' in hayatta kalan tek kan bağı idi. Kardeşi  Lubomir öldükten sonra kardeşinin karısı ufak Taras' ı bırakıp kaçmıştı. Taras' ı yıllarca Vasily büyüttü öyle -ki Taras artık ona baba diye hitap ediyordu. Taras' ın ergenlik çağlarından beri onu da kendisi gibi bir rahip yapmak istiyordu fakat sovyetler döneminde bir genci dünyevi gerçeklerden arındırıp ilahiyata yönlendirmek bir hayli zordu. Taras hep kilise dışındaki hayata ilgi duydu ve gençlik yıllarında okumak için Vasily' den ayrılarak Kiev Politeknik Enstitüsü' ne kaydoldu. Yıllar sonra mezun olarak mühendislik diplomasını Vasily' e getirdiğinde biraz burukluk hissediyor biraz da gurur duyuyordu. Taras, Çernobil Nükleer Tesisi' nde çalışma başladığında  da aynı şeyleri hissetti. Ama daha buruktu.. O şeytan ocağında çalışmaktansa gelip manastıra hizmet etse kötü mü olurdu.. Bir gün aynı şekilde Taras' a sitem etmiş ve Taras' tan beklemediği bir karşılık almıştı " Manastır, Tanrı' nın nuru ile değil bizim ürettiğimiz elektrik ile aydınlanıyor.." Bu cevaba karşın Vasily sessiz kaldı, hoş görülü bir adamdı. Lâkin cevabını yıllar sonra son nefesinde verecekti.

O an Taras' ı son bir kez daha görebilmeyi istedi yaşlı rahip. Hayıflandı: "Keşke bugün gelebilseydin.." Aslında dün gece telefonda Taras ile görüşmüş ve bu isteğini dile getirmişti fakat Taras ancak iki gün sonra gelebileceğini zira işlerinin yoğun olduğunu söyledi. Son bir kez daha onun ismini mırıldandı, endişe duyuyordu.  Bugün hissettiği kötü hislerin bir yanılgı olması için Tanrı' ya dua etti. Lâkin hislerinde tuhaf bir şekilde emindi.. Son nefesinde yıllar önce Taras' a veremediği cevabı tüm insanlık için dile getirdi; " Tanrım.. Onları affet.. Bilmiyorlar.." (İsa' nın çarmıhtaki son sözleri - İncil)  


Prypiat Nehri,  26 Nisan 1986,  Saat 23.00 


Hoş bir bahar serinliği ve yağmur vurdukça yükselen taze toprak kokusu, yeşillenmiş çayır ve sazlıkları sarmalıyor. Prypiat Nehri üzerine Çernobil kulelerinin silüeti yansıyor. Birkaç balıkçı her gece olduğu gibi yine nehir kıyısı ve sandallarındaki yerlerini almışlar.  Doğa alımlı güzelliği ile nazlı bir genç kız edasıyla kaygısızca izliyor balıkçıları.. Diğer bir yanda bu kaygısızlığa tezat, havada ekmek kaygısı hakim..  

Prypiat Nehri

Aslında Prypiat Şehri kurulduğunda sovyetlerin en büyük hayali dünyada eşi benzeri bulunmayan bir teknoloji ve medeniyet şehri ile bu muazzam doğayı birleştirerek bir cennet kurmaktı. Bu cennet, Sovyetlerin gücünün bir simgesi haline gelecek ve kendileri hakkındaki tüm olumsuz söylentilere inat dünyaya bir mesaj olacaktı. Prypiat Nehri de bu projede önem arz ediyordu. Bu sebeptendir zamanın en modern gezi yatları nehre getirilmiş, modern bir nehir limanı kurulmuş, insanlar için plajlar oluşturulmuştu. Nehir kıysında piknik alanları, plaj voleybolu sahalarına kadar herşey en ince detaylarıyla düşünülmüştü. Hatta Prypiat sakinleri nehirde sörf bile yapabiliyorlardı. Bu durum en çok Çernobil' in muhtelif kasabalarındaki balıkçıları heyecanlandırmıştı. Onların bu şehir ve nehirden büyük beklentileri vardı. Lâkin şehir kurulalı seneler geçmesine rağmen hâlâ ellerine geçen birşey yoktu. Yine de umutluydular..
Prypiat Nehri


Balıkçı Nazar Benko, nehire oltasını atmış beklerken her zaman olduğu gibi yine karısından dert yanıyor en yakın arkadaşı Mikhail' e. Mikhail ise yıllardır  duyduğu aynı şikayetler karşısında her zaman olduğu gibi yine ilk kez duyuyormuş gibi davranıyor, bir yandan da içinden "Bu nehrin balıkları bile senin kadar sıkıcı değil" diye söyleniyor.. 

Nazar Benko, orta yaşlarda olmasına rağmen yüzünde altmış yaşındaki bir adamın kırışıklarına sahipti. Yedi yaşından beri ailesi tarafından kâh orada kâh burada işlere koşturulmuş, hayat kavgası ile çocukluğunda tanışmıştı. Hayatı hep stresli hep yorgunluk ve mutsuzluk içerisinde geçmişti. Yaklaşık yedi sene evvel sonunda biraz mutluluk tadabilmek ümidi ile köylerinden bir genç kız ile evlenmişti. Fakat beklentilerinin tersine evliliği onu daha büyük mutsuzluklara sürükledi. Evliliği ile birlikte sorumlulukları artmış, ekonomik yükü ağırlamıştı. Uzun süredir balıkçılık yapıyordu, babası da balıkçıydı fakat ne babası ne de kendisi bu nehirden karın tokluğu dışında nimetlenemediler. Birçok kez karısını bırakıp Karadeniz kıyılarına kaçmayı planladı. Üç yaşındaki çocuğunun hatırına bir türlü bunu başaramadı, vicdanı el vermedi. Oysa köyünde birkaç adamdan duyduğu hikayelerde Karadeniz bir kurtuluş gibi yükseliyordu gözünde. Orada balık çoktu, çeşit çeşitti ve tüm balıkçılar zengin idiler. Bir türlü Karadeniz hikayelerini aklından çıkartamadı yakın bir zamanda Mikhail' e bundan bahsetti. Çocuk biraz büyüdüğünde kaçacaktı..

Mikhail' e biraz daha söylendi ardından bir sessizlik hakim oldu. Bir cigara yaktı bir tane de Mikhail' e uzattı.  Oltalarına balık vurmasını beklerken gözleri tesislere uzandı. Mikhail "Hâlâ çalışıyorlar, bu tesis kurulduğundan beri hiç durmadı zaten.." dedi. Aklından tesisteki gizli aşkı geçti.. 

Aylar önce bir akşam üzeri görmüştü onu. Kıyıda oltalarını toplarken tesis servisine doğru koşan işçi ve mühendisleri izliyordu ve gözleri bir kadına takıldı uzaktan. Kadının dik göğüs hatları ve ince vücudu  hemen dikkatini çekmişti, yüzünü tam göremese de bir heyecan kaplamıştı tüm benliğini. Uzun uzun izledi kadını, servise yetişmek için koşuşturan onca insan rağmen nasıl da umarsızlıkla yürüyordu yavaş yavaş. . İlgisini çekmişti, her gün aynı saatlerde beklemeye başladı. Kimi zaman görüyor kimi zaman göremiyordu onu. Haftalar sonra daha da yakından gözlemeye başladı, o kadar güzeldi -ki.. Zümrüt yeşili gözleri, bir meleğin suretinden yaratılmışcasına özenle işlenilmiş ağzı, burnu, dudağı.. Dudağı, kiraz kırmızı.. Öpebilmek, biraz tadabilmek için neleri vermezdi.. Bu ilgisi artık bir saplantıya dönüşmüştü. Belaruslu fahişelerin koynunda onu hayal ediyordu hep. Ona sahip olurcasına çıkıyordu arzın doruklarına.. Bir şekilde onun adını öğrenmeliydi, ona ulaşmalıydı. Lâkin bir türlü öğrenemedi, tesiste çalışan hiçbir tanıdığı da yoktu. Nasıl öğrenecekti, kalbini esir alan bu kadın kimdi..

İki Numaralı Reaktör, Çernobil  26 Nisan 1986,  Saat 00.00 

"Bıktım artık bu cehennemden.Nadija Pyirkalo, bir yandan harıl harıl çalışıyor bir yandan da söyleniyor.. Daha sabah terk etmişti bu cehennemi, nasıl da huzurluydu evine ulaşıp kendisini yatağa fırlattığında. Emirler keskin bir kılıç gibi sert.. Mecburen işe geri dönmek zorunda kaldı akşam on bire vurduğunda akrep ve yelkovan. Hem bu gece, önemli bir gece.. Eğer başarılı olunursa hem zam hem de biraz tatil izni alabilirdi.. 

Biraz da endişeliydi Nadija Pyirkalo. Gerçekleştirilecek deneyle alakalı detayları duyduğunda saçmalık olduğunu düşünmüştü. Lâkin Sovyetler hiç bir güç gösterisinden taviz vermezdi eğer bu emir yükseklerden geliyorsa gerçekleştirilmesi kaçınılmazdı. Sovyetler, batılı ülkelere karşı bir şov hazırlamıştı; mühendislik ve teknolojide en az batılılar kadar iyi olduklarını ispat edeceklerdi. Hatta o meşhur Sovyet gururu ile baş mühendisleri basının karşısına geçip "Bakın, bizim nükleer teknolojilerimiz mühendislikte batı standartlarının da ilerisindedir. Bu tesisler türlü kapasite yükünü kaldırmaya ve felaket senaryolarına hazırdır" diyecekti muzaffer bir kumandan edası ile. 

Nadija' nın aklından 1957 yılında Rusya' nın Kyshtym şehrinde meydana gelen nükleer facia geçti. Sovyet Rusya Atom Enstitüsü' nde okurken hocalarından duymuştu bu felaketi. Nükleer atık taşıyan konteynırların kapakları açılmış, bin iki yüz kilometrekarelik bir alana yayılmıştı radyoaktif sızıntı. Köyler, kasabalar boşaltılmış, on yedi bin insan evinden, ocağından olmuştu..  "Yok canım, o kadar da değil" diye söylendi kendine Nadija, bu kadar kötümser olmamalıydı. Bu yorgunluk ve yaşadığı sıkıntılı süreç onun bilimsel görüşünü de etkiliyor olmalıydı.. Tekrar buralardan uzaklaşması gerektiğinin farkına vardı. 

O an tek ihtiyacı bir fincan sıcak kahve bir de nehir manzarasına doğru tüttürmekti. Her zaman yaptığı gibi kahvesini alıp terasa çıktı. Dört numaralı reaktöre bakındı ve "Umarım orada işler iyi gidiyordur" diye temenni etti. Kendisi gibi birçok yeni ve stajyer mühendis kalmıştı mesaiye zaten her zaman mesailere stajyerler kalırdı. Ama böylesi önemli bir deneyin stajyerlere emanet edilmesini tuhaf karşılıyordu. "Gündüz yapsalardı ya şu deneyi.. " Tabi bir aksilik olursa Kiev' in elektriksiz kalmasını göze alamazlardı, o yüzden bu deneyin bir gece vakti yapılmasına karar kılındı. Kafasını yeterince yormuştu, artık biraz rahatlamalıydı, hafifçe esnedi ve gerneşti. Yağmur ne kadar da güzel yağıyordu.. Kahvesinden sıcak bir yudum aldı, bir sigara yaktı, nehri izlemeye başladı. Nehir kıyısında balıkçı fenerlerini görebiliyordu. Biraz onları izledi, "Herkes kendi derdinde" diye düşündü..


Prypiat Şehri, Çernobil  26 Nisan 1986,  Saat 00.30 

Yuliya Iskra yine bir gece telaşesinde. Minik Lyena bu gece daha huysuz..  Yuliya 
 "Bir gök gürültüsü eksikti.." diye söyleniyor bir yandan kucağında Lyena' yı pışpışlayıp bir yandan da mutfak camından dışarıdaki yağmuru ve ufukta görünen Çernobil Tesis kulelerinin yanıp sönen kırmızı uyarı ışıklarını izlerken. O akşam saatlerce uğraşmıştı Lyena' yı uyutabilmek için ama ortalığı velveleye veren gök gürültüsü hem uyuya kalan kendisini hem de minik bebeği yatağından kaldırmıştı. Lyena' yı kucağına alıp mutfağa geçmiş, mama hazırlamak için ocaktaki suyun kaynamasını bekliyordu. Aklı da bir yandan kocasındaydı. Taras o gece mesaiye kalmıştı.




Çernobil Şehri




 Zaten birkaç gündür de bir hayli yoğun olarak çalışıyordu. Önemli bir deneye hazırlandıklarını, Moskova' dan kesin emirler geldiğini, tüm Kızıl gözlerin üzerlerinde olduğunu söylüyordu. Taras' ın sabaha karşı iyi haberler ile geleceğini temenni ediyordu kendi kendine.. Zaten Lyena bu aralar huysuz bir de Taras' ın huysuzluklarını çekemezdi. Taras böylesi yoğun ve stresli olduğunda bir hayli aksi ve sert oluyordu. 





Çernobil Şehri

Yine benzer bir dönemde, Taras sabah mesaiden geldiğinde tüm gün huysuzluk yapmış, sonunda öfkeden sinirleri bozulan Yuliya 
 : " Senin içine şeytan girmiş olmalı, rahip amcana gidelim de seni iyileştirsin " diyerek iğnelemişti.. Ona büyük bir aşk ile bağlıydı, aslında Taras' ın huysuzluklarına da pek takmıyordu sadece onun kendisini böylesine yıpratmasına üzülüyordu. O gece de tüm duası onun iyi bir şekilde evine geri dönmesi idi..



Dört Numaralı Reaktör, Çernobil  26 Nisan 1986,  Saat 01.00 

Reaktör kontrol odasında stres ve huzursuzluk had safhada.. Çernobil tesis şefi Anatoly Dyatlov yine her zaman olduğu gibi mühendislere esip gürlüyor. Kendisi 1959 yılında Moskova Fizik Mühendisliği Enstitüsü' nden mezun olduktan sonra yıllarca nükleer deniz altı projelerinde yer almış 1973 yılında ise henüz inşaa edilmekte olan Çernobil Nükleer Tesisi' nin çalışmalarına atanmıştı. O günden beridir de tesis şefi olarak çalışmaktaydı. Lâkin bir türlü sevilen bir insan olamadı, bütün mühendisler kendisinden nefret ediyor fakat geçmişi ve kariyerine saygı duyuyorlardı. Aksi ve dediğim dedik bir adamdı, ona karşı koymak pek mümkün değildi. Baş mühendis Alexander Akimov' a göre Stalin' in yeniden dirilmiş hali idi.. 

Alexander Akimov' un yıldızı Dyatlov ile bir türlü barışamamıştı, kendisi gayet bilgili ve titiz bir bilim adamı olmasına rağmen Dyatlov tarafından her zaman sert bir şekilde eleştirilir dururdu. Baş mühendislik ünvanı aldığında bile Dyatlov bunun bir yanlışlık olduğunu söylemişti.

Dyatlov yine Akimov' un başına kesilmiş durumda. Bağırıp çağırıyor, neler yapması gerektiğini söylüyor. Diğer genç mühendisler de bu huzur ortamda gözleri pür dikkat kontrol ekranlarında çalışıyorlar. Taras içinden " Şu yaşlı adam biraz çenesi kapasa da doğru düzgün çalışabilsek" diye geçiriyor. Bir yandan da hemen yanı başından Dyatlov tarafından esir alınmış Akimov' dan gelecek komutları bekliyor. "Keşke şimdi Lyena' nın yanında olsaydım" diye içleniyor. Bu aralar öylesi yoğun çalışıyordu -ki hem 
Yuliya
 hem de Lyena' yı ihmal ettiğinin farkında. Şu işin artık bir an evvel bitmesini, sabah olup yuvasına dönmeyi diliyor.

Saat bir gibi artık deney adımları yavaş yavaş uygulanmaya başlanıyor. Deneyin amacı basittir; güvenlik sistemleri devre dışı bırakılarak bir tehlike testi yapılacak, tesisin her türlü felakete nasıl da hazır olduğu sınanacaktır. Bu sebepten dolayı önce soğutma sistemleri devre dışı bırakılır. Bu yüzden otomatik güvenlik sistemi devreye girer, sistem biraz daha zorlanır. Dyatlov emrindeki tüm askerleri hücum hattına süren bir komutan gibi bağırır çağırır ve otomatik güvenlik sisteminin de devre dışı bırakılmasını emreder.  Bunun için reaktörün elektrik sistemleri susturulur. Bu sefer dizel jeneratör sistemi devreye girer fakat Dyatlov bir türlü tatmin olmaz, onun da devre dışı bırakılarak sisteme yüklenilmesini söyler. O an Akimov itiraz ederek bunun bir delilik olduğunu söylüyor fakat Dyatlov tüm aksiliği ve vurdum duymazlığı ile bağırıp çağırmaya devam ediyor; "Siz dediklerimi yapın ve işinize bakın !

Birkaç dakika sonra saat biri yirmi üç geçe, kontrol odasındaki mühendislerden Sergey, çekirdek alanında ne olup ne bittiğini gözlemlemek için odadan dışarı çıkarak çekirdek alanına iniyor. Gördüğü manzaraya inanamıyor, tüm çekirdek çubukları zangır zangır titriyor çünkü reaktör çekirdeği eriyor; "Kahretsin ! Patlayacak !" Derhâl en yakın güvenlik kamerasına doğru koşuyor ve bir an evvel deneyin durdurulmasını haykırarak kameraya doğru endişe ve panik içerisinde el sallıyor, zıplıyor.. Fakat kontrol odasında Dyatlov terörü öylesine esir almış -ki herkesi, kimse güvenlik ekranında kendisini paralayan Sergey' i farketmiyor.. Tüm sensörler ve kontrol uyarıları devre dışı kaldığı için reaktör çekirdeğinin erimeye başladığı da anlaşılamıyor. Sergey biraz daha bağırıp çağırdıktan sonra, kimsenin kendisini görmediğini fark ediyor ve kontrol odasına doğru koşmaya başlıyor.

Fakat artık çok geç.. Patlamanın şiddeti ile kontrol odasındaki tüm mühendisler sağa sola saçılıyor.  Ortalık karanlığa bürünüyor..  Bir müddet sonra Akimov toz duman içerisinde şiddetli bir acı ile ayılmaya başlıyor; "Kolum kırılmış olmalı.." Sendeleyerek yerinden kalkıyor ve tozun dumanın arasından odadan çıkıyor.  Aldığı her nefes tarif edilemez bir şekilde ciğerlerini yakıyor, tüm vücudu alevler içerindeymiş gibi yanıyor.. Darmadağın olan karanlık koridorda yangının sebep olduğu hafif aydınlık ve kırmızı acil durum ışıkları altında ilerlemeye çalışıyor. Birkaç adım sonra köşede uzanır vaziyette çığlıklar atan Sergey' i fark ediyor. Sergey' in tüm suratı yanmış vaziyette ve bedeni eriyor. Eridikçe vücut kemikleri ortaya çıkıyor. Yaşayan bir iskelet gibi Sergey, tamamen yanmış, çene kemikleri ortaya çıkmış kafasını Akimov' a çeviriyor ve son sözlerini söylüyor ; "Hepimiz öleceğiz, geç kaldım.. Bu cehennem.." Akimov, travma içerisinde, yarım bilinç halinde hareket etmeye devam ediyor.. Patlamanın meydana geldiği çekirdek alanına ulaştığında gözlerine inanamıyor; Alanda bulunan tüm çalışanlar tamamen eriyip buhar haline gelmiş, tesisin çatısı ile tabanı birleşmiş vaziyette.. Öyle -ki gökten yıldızlar görülebiliyor.. Sanki yıldızlar tesise inmiş.. Akimov bu manzara karşısında nasıl da şanslı olduğunu düşünüyor.. 

Alexander Akimov, o gece itfaiye erleri tarafından kurtarılmış olsa bile üç hafta sonra ağır radyasyon zehirlenmesinden dolayı hayatını kaybetti. Ölmeden önce söylediği tek şey; "Ben herşeyi düzgün yaptım, çok üzgünüm. Ben herşeyi düzgün yaptım.." idi.. Tesiste bulunan mühendis ve işçilerin çoğu kendisi ile aynı kaderi paylaştı. Yardıma gelen itfaiyeciler ve yardım ekipleri, güvenlik kuvvetleri de aynı şekilde çok kısa bir sürede hayatlarını kaybettiler. Çekirdekteki yangını söndürmeye gelen ilk itfaiye ekibinin bazı erleri çok kısa bir sürede eriyerek öldüler.. Radyoaktif yıkım öylesine kuvvetliydi -ki patlama sonrası çekirdeğe toprak atarak söndürmeye çalışan iki koca iş makinesi dahi buna dayanamayarak eridiler..

Karanlık ve izbe bir sokak.. Yağmur ve kasvet..  Hızlı adımlarla uzaklaşmakta olan bir kadının ardından sokağın ortasında bir çocuk, üzgün ve çaresiz gözlerle izliyor.. Bir müddet sonra kadın karanlıkta kayboluyor.. Bir kapı arıyor çocuk umutsuzca, onu karşılayacak bir kapı.. Ve bir kapı buluyor çocuk, tüm çaresizliği ile hiddetli bir şekilde yumrukluyor kapıyı.. Kapı açılıyor kendiliğinden sanki onun gelmesini bekliyormuşcasına.. İçeri adımını atıyor çocuk ve bir koltukta oturan babası ve amcasını görüyor. "Baba, ne oldu ?" diye soruyor babasına bakarak. Babası gülümsüyor, amcası Vasily yanıt veriyor; "Henüz erken evladım, artık senin de sınanma vaktin geldi. Yakında beraber olacağız, endişe etme..

Patlamanın etkisi ile kontrol odasının diğer bir ucuna savrulan Taras baygın bir vaziyette uzanıyor. İtfaiyeciler tarafından oda dışına taşınırken biraz kendisine gelip gözlerini kısık bir şekilde açıyor. Odadaki diğer mühendislerin yerde yatan cansız bedenlerini gördüğünde ne gibi bir felaketin içerisinde olduğunu fark ediyor. Birden karısının adını sayıklıyor; "
Yuliya
.."  Tesis dışarısına çıkartıldığında Dyatlov' u görüyor. "Bu şeytan ölmemiş mi !?" diye sinirle söyleniyor..

Birçok Çernobil kurbanının aksine Anatoly Dyatlov, bu cehennemin tam kalbinden çıkmasına rağmen ısrarla ölüme karşı kazanmayı bildi. Öyle -ki sayısız kanser, radyasyon zehirlenmesi, ameliyat, kemoterapi atlattı, hapishanelerde kaldı, yargılandı.. Yine de yaşamaya devam etti. Patlamadan sonra bu felaketin baş sorumlusu ilan edilerek, yargılandı ve on yıl hapis cezasına çarptırıldı. Beş yıllık hapis hayatından sonra serbest bırakıldı. Basının, medyanın ilgi odağı haline geldi, söyleşiler, röportajlar..vs Hatta bir de kitap yazdı; "Çernobil: Aslında ne oldu ?" idi kitabının başlığı, tüm olanları detaylarıyla aktardı ve baş sorumlunun kontrol odasındaki mühendisler ve kendisine ait olduğunu itiraf etti. Sonunda 1995 yılında 64 yaşında ağır radyasyon zehirlenmesinden dolayı hayatını kaybetti.


Prypiat Şehri, Çernobil  26 Nisan 1986,  Saat 01.20 

Gözleri pencerede, minik Lyena' yı doyururken Yuliya, bir anda gözleri ansızın ortaya çıkan parıltıya takılıyor. Çernobil tesislerinden göğe doğru uzakta her yer aydınlanıyor bir an.. Donup kalıyor Yuliya, birkaç dakika yerden göğe uzanan bu ışık çizgisini izliyor.. Ardından biraz kendine geliyor; "Taras.."

Panik içerisinde içeri koşuyor, minik Lyena' yı beşiğine koyuyor ve telefona koşuyor. O dönemler Ukrayna' nın en şanslı kadınlarından bir tanesiydi Yuliya. Birçok kişinin varlığından bile bir haber olduğu telefon bulunuyordu evlerinde. Prypiat' a yerleşip ilk kez telefon hattı çekildiğinde evlerine, sevinçle karşılamıştı bu durumu.. Kendisini bir sarayın prensesi gibi hissediyordu zaten Prypiat şehrinde onu özel hissettirecek birçok nimet bulunuyordu. Telefon da bu nimetlerden bir tanesiydi.. Daha birkaç ay evvel ansızın doğum sancıları geldiğinde de yine aynı telefona koşmuş ve Taras' a haber vermişti. Fakat hiçbir zaman telefonu böylesi kötü bir olay sebebiyle kullanacağı aklına gelmezdi.. Telefona sarıldı, bekledi ve bekledi.. Birisinin telefonu açmasını bekliyordu fakat bir türlü cevap vermek bilmedi bu namussuz telefon. Bir saat boyunca sürekli açtı kapadı.. Ve sonunda bir santral memuru cevapladı telefonu. Panik içerisinde Çernobil tesisinde ne olduğunu sordu. Memur biraz duraksadıktan sonra endişe  edecek bir şeyin olmadığını, ufak bir yangın çıktığını fakat onun da söndürüldüğünü söyledi. Biraz rahatlamıştı ama gördüğü şey ufak bir yangından kaynaklanmış olamazdı. Tatminsizlikle tekrar sordu; "Ölen veya yaralanan var mı !? Kocam orada çalışıyor; Taras.. Taras Iskra, mühendis.."  Santral memuru biraz tersleyerek ölen veya yaralanan olmadığını, endişe etmemesi gerektiğini, oturup kocasını beklemesini tavsiye ederek telefonu kapattı.. "Tanrım, şükürler olsun !"  Biraz rahatlamıştı, buna inanmak istiyordu fakat içini hâlâ birşeyler kemiyordu..


Prypiat Nehri,  26 Nisan 1986,  Saat 01.30 

Patlamanın ardından Nazar bir kayanın dibine, Mikhail ise nehire savruldu. İkisi de ne olduğunu anlayamamışlardı. Bir saniye içerisinde büyük bir patlama, her yerin aydınlanması ve akabinde savrulmaları bir oldu. Mikhail nehirden çıkarak Nazar' a doğru koştu. Nazar, kafasını kayaya çarpmış ve bayılmıştı. Onu ayıltmaya çalıştı Mikhail, bir müddet sonra kendine geldi. İkisi de yanmakta olan tesisi izlemeye başladılar aslında yangın daha çok başka birşey vardı dikkatlerini çeken..

Gökten göğe doğru uzanan bir ışık kuşağı yükseliyordu alevlerin arasından. Bir gök kuşağı hattı gibi parıldıyordu, bu manzara karşısında büyülenmemek elde değildi. Nazar Benko, Tanrı' nın kendilerine ilahi bir işaret gönderdiğini düşündü. Gökten metal tozu yağıyor, ışık hüzmeleri metal tozlarına çarptıkça milyonlarca toz parıldayarak bir ışık şöleni oluşturuyordu gök yüzünde..  Mikhail ise havada uçan kuşların teker teker yere düştüğünü görünce dehşete kapıldı; "Nedir bu !?" Ayak bastıkları yeşilin yavaş yavaş solduğunu karanlıkta fark edemediler bile.. Bir ölüm çemberi kaplıyordu etraflarını yavaş yavaş.. Mikhail, kasabalarında daha evvel de yangınlar görmüştü hatta orduda asker iken patlamalara dahi tanıklık etmişti lâkin ömründe ilk kez böylesi bir şey görüyordu. O kadar etkilenmişlerdi -ki yangın ve bağrışmalara kulak dahi asmadılar. Biraz daha bu görkemli ışık hattını izledikten sonra yaklaşmaya karar verdiler. Ürkerek, heyecan ile tesis çitlerine yaklaştılar.

Bugün birçok şey yanlış gidiyordu ama soluklarında ve tenlerinde yanıklık hissetmeye başladılar. Ağıza gelen dile yapışan bir metal tadı var idi havada.  Yine de bu tuhaf duruma aldırmadılar.. Bu büyülü manzaranın karşısında hipnotize olmuş şekilde yavaş yavaş, usul usul eriyorlardı. Yaklaşık bir saat sonra Nazar Benko kusmaya başladı, vücudu alevlenmiş gibi yanıyordu, terliyordu. Belli bir süre sonra soluğu kesilmeye başladı ve yarım saat içerisinde öldü. Mikhail şok içerisinde neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Nazar' ın ölümünden biraz sonra o da kusmaya başladı, tesis çitlerine dayadı kendisini. Tüm gücü tükeniyor, sanki bir şeyler onu içeriden kemiriyordu. Damarlarındaki kanın fokurdadığını hissediyordu biraz sonra kendisini kaybetmeye başladı, gözleri yanmakta olan tesis binasına odaklandı. Gizli aşkını hayal etti, hiç tanımadığı hiç bilmediği o kadını.. Çitlere dayalı bir vaziyette yavaş yavaş öldü..

  İki Numaralı Reaktör, Çernobil  26 Nisan 1986,  Saat 01.20 

Nadija Pyirkalo çalışma odasında uyukluyor.. Mesai şeflerinin ortadan kaybolmasını fırsat bilerek hemen gözlerini kapatıp biraz dinlenmek istemişti. O kadar yorgundu -ki gözlerini kapatır kapatmaz uykuya dalmıştı. Bir sandalyede ne kadar uyunabilirse artık.. O kısacık uyku anı ona cennette birkaç yıl gibi gelmişti fakat şiddetli bir zelzele ve patlama sesi ile yerinden irkilerek uyanmak zorunda kaldı; "Neler oluyor !?"

Oturduğu sandalyesinden kalktı ve ürkerek odasından koridora doğru başını uzattı. Herkes çığlık çığlığa bir yerlere koşuşturuyor, alarmlar çalıyordu. Aylar evvel bir tatbikat sırasında tesiste bu alarmlar tekrar çalıştırılmış ve Nadija' nın tüylerini ürpertmişti. Bir kez daha alarm sesinden ne kadar da nefret ettiğini fark etti. Fakat bu sefer tatbikat değil gerçek bir felaketi haber ediyordu tesis alarmları.. Koşuşturan mühendis ve işçilere bağırarak ne olduğunu sordu. Bir işçi, dört numaralı reaktörde patlama olduğunu söyledi. Nadija "Zaten bugün birşeylerin yanlış olduğunu hissediyordum" diye bilgiçlik tasladı kendi kendine. Fakat birkaç saniye içerisinde durumun ciddiyetini kavradı ve gözleri fal taşı gibi açılmış vaziyette tepki verdi. Neler olabileceğini az çok tahmin edebiliyordu, daha önce de benzer felaket hikayeleri duymuştu; "Aman Tanrım !"  

İkinci reaktörde bulunan mühendis ve bazı işçiler derhal iyot hapları içtiler. Aslında birçoğu diğer kurbanlara nazaran daha uzun süre hayatta kalabilmelerini buna borçluydular.. Lâkin, biraz gecikmeli de olsa kıyamet elbet onları da yutacaktı.. Hatta birçoğu yıllar sonra o an orada ölmüş olmayı dilediler çünkü  yıllar boyunca yaşadıkları ve tanık oldukları olaylar bir cehennemden bile fazlasıydı.. Bazıları yaşadıkları ve tanıklık etmek zorunda kaldıkları olaylara dayanamayarak intihar ettiler. 

O gün kendini şanslı sayanlar yanılıyorlardı.. Onlar henüz sonun başlangıcındaydılar..

*** Bölüm II - Son ***

III. Bölüm: "Hayalet".  En kısa sürede sizlerle paylaşacağım. III. Bölüm patlamadan sonraki ilk günleri ve haftaları konu alacak.
© 2011-2015 | EmreCiftci.net. Blogger tarafından desteklenmektedir.